8 Haziran 2012 Cuma

NEFS İNSANA VARGÜCÜYLE KÖTÜLÜĞÜ EMREDER


NEFS İNSANA VARGÜCÜYLE KÖTÜLÜĞÜ EMREDER

Allah’ın Kuran’da, insan hakkında verdiği önemli bilgilerden biri de onun “nefis sahibi” olduğudur. Arapçada “insanın kendisi”anlamına gelen nefis, benlik kelimesiyle de tanımlanabilir.
Hem her türlü kötülüğü hem de ondan sakınmayı bilen nefs insanın içindeki emredici güçtür. Yani bir insana bir eylemi yaptıran, bir kararı verdiren manevi güç nefistir. Allah, Kuran’da nefsin bu iki özelliğini şöyle bildirmiştir.
Nefse ve ona bir düzen içinde biçim verene; sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun). Onu arındırıp temizleyen gerçekten felah bulmuştur.” (Şems Suresi, 7-9)

Ayetlerde insanların ahlaksızlıklarından, yaptıkları kötülüklerden söz edilirken bu tavırlarının kaynağı olarak nefisleri gösterilmektedir. Nefs bu yönü ile insanın en büyük düşmanlarından birisidir. Nefs kibirli, cimri ve bencildir, sürekli olarak kendi heva ve hevesini, kendi gururunu tatmin etmek ister, kendi rahatını, kendi menfaatini, kendi hoşnutluğunu düşünür. İsteklerine her zaman meşru yollardan kavuşamayacağı için de insana vargücüyle kötülüğü emreder. Bu gerçek Kuran’da Hz. Yusuf’un sözleri ile şöyle açıklanır:
(Yine de) Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis, -Rabbimin kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir. Şüphesiz, benim Rabbim, bağışlayandır, esirgeyendir. (Yusuf Suresi, 53)
Nefsin insana vargücüyle kötülüğü emrediyor olması Allah’tan korkan müminler için çok önemli bir sırdır. Bu, nefsin oyunlarının bir an bile bitmeyeceğini, sürekli olarak insana kötülüğü emrederek bütün gücüyle onu Allah’ın yolundan alıkoymaya çalışacağını gösterir. Bu sırra göre nefs hiçbir zaman susmayacak, her konuda kendini haklı görecek, bütün insanlardan daha çok sevecek, büyüklenecek kendini her türlü nimetin kendisinin olmasını isteyecek, rahatına düşkün olacak, kısaca Allah’ın beğendiği ahlakın tam tersini insana yaşatabilmek için her yolu uygulayacaktır.
Nitekim, inkar edenlerin, Kuran ahlakına uymayanların tavırları ve ahlakları tamamen nefisleri tarafından şekillenir. Onlar Allah’tan korkmadıkları için vicdanlarının emrettiğine uyacak iradeyi gösteremez, sadece nefislerinin emrettiklerine uyarlar. Din ahlakından uzak yaşayan toplumlarda yaşanan kavgaların, menfaat çatışmalarının, mutsuzlukların kökeninde herkesin nefsine uyarak sadece kendi menfaatini düşünmesi, gerçek sevgi, saygı, fedakarlık gibi insani özelliklerini tamamen kaybetmesi vardır.
Bu nedenle, Allah’ın bildirdiği bu sır çok önemlidir. Eğer insan bu sırrı unutmazsa nefsine karşı önlem alabilir. Ona göre bir ahlak ve tavır gösterebilir. Nefs tembelliği emrederse onu kat kat çalıştırarak, nefs bencilliği emrederse daha fedakar olarak, nefs cimriliği emrederse daha cömert olarak, nefsin emrettiği her türlü kötülükte aksi olan en iyi tavrı yerine getirerek onu eğitebilir. Allah, Şems Suresi’deki ayetlerde, nefse kötülüklerin yanı sıra bu kötülüklerden sakınmanın da ilham edildiği bildirilmiştir. Yani insanın nefsinde kötülükleri ve ahlaksızlıkları emreden, bunları kolay ve güzel gösteren bir sesin yanında, iyi ve güzel olanı seçmesini de emreden vicdanı vardır. Her insan içindeki bu sesleri bilir ve hangisinin iyi, hangisinin kötü olduğunu tanır. Ancak, sadece Allah’tan korkup sakınırlar vicdanlarına uyarlar.

NEFS VE VİCDAN

NEFS VE VİCDAN

Kuran’ın haber verdiğine göre, insanın “nefsi” iki taraflıdır: İçinde kötülüğü emreden bir taraf ve o kötülükten sakınmayı emreden bir taraf bulunmaktadır. Şems Suresi’nde bu durum şöyle anlatılır:
Nefse ve ona “bir düzen içinde biçim verene”,
Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun).
Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur.
Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır. (Şems Suresi, 7-10)
Ayetlerde nefisle ilgili olarak verilen bilgiler son derece önemlidir: Allah, insanı yaratırken nefsini düzenlemiş ve ona “fücur” ilham etmiştir. Fücur Arapça’da, “doğruluk sınırlarının yırtılıp parçalanması” anlamına gelir. Dini terim olarak fücurun anlamı şöyle verilir: “Günaha ve isyana girişmek, fasık olmak, yalan söylemek, başkaldırmak, karşı gelmek, haktan yüz çevirmek, nizamı bozmak, zina, ahlaki çöküntü…”
Şems Suresi’ndeki ayetten öğrendiğimize göre Allah, bu kötülüklerin yanısıra, insana nefsin fücurundan sakınmayı da ilham etmiştir. Hemen sonraki cümlelerde verilen bilgiler ise son derece önemlidir: Nefsini arındırıp-temizleyen, yani nefsinin fücurunu kabul edip,   Allah’ın ilhamına uyarak ondan sakınanlar kurtulacaklardır. Bu, ebedi ve gerçek kurtuluştur, yani Allah’ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazanmak… Buna karşılık, nefsini örten, yani onun fücurunu, pisliğini dışarı atıp temizlemeyen, içinde saklı tutan kişi ise yıkıma uğrayacaktır. Yıkım da Allah’ın laneti ve cehennem azabı demektir.
Bu noktada çok önemli bir sonuca varıyoruz: Herkesin nefsinde mutlaka kötülük vardır. Bir insanın, nefsindeki kötülükten temizlenmesinin tek yolu ise, bu kötülüğün varlığını kabul etmesi ve Allah’ın gösterdiği biçimde ondan sakınmasıdır.
İşte müminlerle inkarcılar arasındaki en önemli farkların birisi bu noktada ortaya çıkmaktadır. İnsan, ancak İslam’ın verdiği bilgi ve terbiye sonucunda nefsinin içinde kötülük bulunduğunu ve ondan sakınması gerektiğini öğrenir ve kabul eder. Dinin ve onu tebliğ eden peygamberlerin en büyük özelliklerinden biri, insanların nefislerindeki kötülüğü ortaya çıkarması ve onu temizlemesidir. Bu nedenle Kuran’da, Bakara Suresi’nin 87. ayetinde inkarcı yahudilere seslenilirken “… size ne zaman bir elçi nefsinizin hoşlanmayacağı bir şeyle gelse, büyüklük taslayarak bir kısmınız onu yalanlayacak, bir kısmınız da onu öldürecek misiniz?” denildiği bildirilmektedir.
Ayette bildirildiği gibi, inkarcılar nefislerindeki kötülüğe teslim olurlar ve bu nedenle de nefislerine aykırı gelen şeyleri kendilerine tavsiye eden hak dini ve o dini tebliğ edenleri yalanlarlar. Bu durumdaki bir insan, Şems Suresi’ndeki ayetlerde bildirildiği gibi, nefsini örter ve onun fücuruna esir olur.
Bu durumda, tüm inkarcıların nefslerindeki fücura teslim olmuş, yani gerçek bilinçten yoksun olduklarını söyleyebiliriz. Bu bir tür içgüdüsel yaşamdır; tüm tavırlar, tüm düşünceler nefsin fücurunun telkin ettiği içgüdülere göre düzenlenir. Kuran’da inkarcılar için kullanılan “hayvan” benzetmesinin hikmetlerinden biri de budur.
Buna karşılık müminler Allah’ın farkındadırlar; O’ndan korkar ve O’nun hükümlerine karşı gelmekten sakınırlar. Bu nedenle de nefislerindeki fücura teslim olmaz, onu örtmez, açığa çıkarır ve Allah’ın ilham ettiği şekilde ondan sakınırlar. Hz. Yusuf’un söylediği, “ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefs -Rabbimin kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir. Şüphesiz, benim Rabbim, bağışlayandır, esirgeyendir”  sözü, müminlerin nasıl düşünmesi gerektiğini göstermektedir. (Yusuf Suresi, 53)
Mümin, her ortamda nefsinin kendisini yanlış yola yöneltmek isteyeceğinin bilincinde ve uyanık olmalıdır.
Buraya kadar, a ğırlıklı olarak nefsin iki zıt yönünden “fücur” kısmını inceledik. Aynı ayetin devamından nefse fücurunun yanısıra bir de, bu fücurdan sakınmasını sağlayan bir kabiliyetin ilham edildiğini öğrenmekteyiz. İnsanı Allah’a ve dinin bildirdiği doğrulara, hayırlara yönelten, iyiyi ve kötüyü ayırt etmesini sağlayan nefsin bu yönü, halk arasında “vicdan” olarak tanımlanır.
İşte, nefsin içinde, insanı daima kötülüğe çağıran hevaya karşın, onu daima iyiliğe çağıran bu vicdan da vardır. Dolayısıyla insan, içinde, kendisini sürekli olarak doğruya çağıran şaşmaz bir pusulaya sahiptir. Vicdan, bir anlamda doğruya yönelten Allah’ın sesidir. İnsan sürekli olarak bu sese kulak verdiği ve Kuran’ın gösterdiği temel prensipleri tam olarak kavradığı takdirde, sürekli olarak doğru yolda ilerleyecektir.
İnsan, vicdanına uyduğu sürece, Allah’ın bazı sıfatlarını üstünde taşır. Allah sonsuz merhametlidir; O’na teslim olan bir mümin de merhametlidir. Allah sonsuz akıl sahibidir; O’na kulluk eden bir mümin de üstün bir akla sahip olur. İnsan Allah’a ne kadar yakınlaşır, O’na ne kadar teslim olursa, O’nun üstün ahlakını daha çok taşır ve “yaratılmışların en hayırlısı” olur. (Beyyine Suresi, 7)
Kuran’ın tüm hükümleri, insanın içindeki vicdana uygun, o vicdanın ölçülerine göre belirlenmiş durumdadır.Ancak, Kuran’ın belirlediği vicdan ölçüleri, toplumda yerleşik olan “vicdan” ölçülerinden oldukça farklıdır. Toplumun vicdan anlayışı, yolda rastlanan bir fakire sadaka vermek ya da hayvanlara sevgi göstermek gibi son derece yüzeysel örneklerle sınırlıdır. Oysa müminin vicdanı, Kuran’ın tüm emirlerinin ve tavsiyelerinin yerine getirilmesini gerektirir. Hatta Kuran’ın genel hatlarıyla belirttiği pek çok konunun ayrıntıları vicdan sayesinde belirlenir ve uygulanır.
Örneğin, Kuran müminlere ihtiyaçlarından arta kalanı infak etmelerini emreder. Fakat ihtiyacının ne kadar olduğunu herkes kendi vicdanı ile belirler. Vicdanı yeterince güçlü olmayan bir insan ise, dinin hükümlerini Allah’ın rızasına en uygun biçimde uygulayamaz.
Mümin günlük hayatta sürekli olarak birkaç seçenek arasında seçim yapmak durumunda kalır. Karşılaştığı seçenekler içinde, Allah’ın rızasına en uygun olanını, dinin menfaatlerine en yararlı olanını seçmekle yükümlüdür. Bu seçimi yaparken muhatap olduğu seçenekler karşısında vicdanı ilk olarak devreye girer ve hangi seçeneğin Allah’ın rızasına daha uygun olacağını ona söyler. Ancak ikinci aşamada hevası da devreye girecek ve onu diğer alternatiflere yöneltmeye çalışacaktır. Bunun için de genellikle insana mazeretler fısıldayacaktır. Kuran nefsin öne sürdüğü bu “mazeret”lere sık sık dikkat çekmektedir.
Mümin, nefsin kendisine fısıldadığı tüm mazeret ve bahanelere kulaklarını tıkamalı ve vicdanının kendisine gösterdiği doğruyu uygulamalıdır. Kuran’ın müminlerin vicdanına dair verdiği örnekler, insanı bu konuda düşünmeye yöneltmelidir. Bir ayette, savaşa çıkamadıkları için üzülen müminlerden şöyle söz edilmektedir:
Allah’a ve elçisine karşı “içten bağlı kalıp hayra çağıranlar” oldukları sürece, güçsüz-zayıflara, hastalara ve infak etmek için bir şey bulamayanlara bir sorumluluk (günah) yoktur. İyilik edenlerin aleyhinde de bir yol yoktur. Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.
Bir de (savaşa katılabilecekleri bir bineğe) bindirmen için sana her gelişlerinde “sizi bindirecek bir şey bulamıyorum” dediğin ve infak edecek bir şey bulamayıp hüzünlerinden dolayı gözlerinden yaşlar boşana boşana geri dönenler üzerinde de (sorumluluk) yoktur. (Tevbe Suresi, 91-92)
Savaşa çıkmak görünüşte son derece tehlikelidir. Savaşmaya giden bir insan, ölüme ya da yaralanmaya gittiğini bilir. Ancak buna karşın Peygamberimiz döneminde müminler Allah yolunda savaşmak için büyük bir istek duymuşlar, savaşa çıkamadıkları için de üzülmüşlerdir. Bu, Kuran’ın kastettiği vicdanın çarpıcı bir örneğidir.
Nefis mümini bir anda dinden döndüremez ama küçük tavizler koparmaya çalışır. Örneğin, mümini Allah yolunda yapması gereken bir işte tembelliğe sürüklemeye çalışır. Bir takım mazeretler öne sürerek onu gevşekliğe sürüklemeyi dener. Eğer nefsin küçük isteklerine taviz verilirse, insan üzerindeki etkisi gittikçe büyür ve sonuç, insanın imandan vazgeçmesi, yeniden nefsinin esiri olmasına kadar varabilir. Mümin, her ne durumda olursa olsun, nefsine değil, Allah’ın hükmüne göre hareket etmekle, nefsini ezmek, bencil tutkularını dizginlemekle yükümlüdür. Bir ayette şöyle bildirilmektedir:
Öyleyse güç yetirebildiğiniz kadar Allah’tan korkup-sakının, dinleyin ve itaat edin. Kendi nefsinize hayır (en büyük yarar) olmak üzere infakta bulunun. Kim nefsinin bencil-tutkularından (ya da cimri tutumundan) korunursa; işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır. (Teğabün Suresi, 16)
Ayette, müminlere Allah’tan korkmaları, O’na itaat etmeleri, O’nun hükümlerini dinlemeleri ve infakta bulunmaları, yani mallarını Allah’ın rızasına uygun olarak harcamaları emredilmektedir. Çünkü bunlar, insanın “nefsinin bencil-tutkularından” korunmasına ve sonuçta felaha (büyük kurtuluş ve mutluluk) ulaşmasına neden olur. Aynı gerçek bir başka ayette de vurgulanır:
Kim Rabbinin makamından korkar ve nefsi heva (istek ve tutkular) dan sakındırırsa,
Artık şüphesiz cennet, (onun için) bir barınma yeridir. (Naziat Suresi, 40-41)
Nefsinin bencil tutkularından korunarak nefsini arındırıp-temizlemiş, dolayısıyla Allah’ın hoşnutluğu ve cennetine kavuşmuş olan kişinin nefsi ise Kuran’da mutmain olmuş, yani tatmin bulmuş nefis olarak tanımlanır:
Ey mutmain (tatmin bulmuş) nefis,
Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön.
Artık kullarımın arasına gir.
Cennetime gir. (Fecr Suresi, 27-30)
Nefsinin kötü isteklerine tabi olup da onu temizleyip arındırmamış ve bu şekilde ahirete gitmiş bir kimsenin de pişmanlıktan başka bir nasibi yoktur. Gelmiş geçmiş milyarlarca inkarcının kıyamet gününde yaşadıkları pişmanlık ve nefislerini kınamaları gerçekten çok dehşetli bir manzara oluşturur. Bu, kafirleri bekleyen öyle büyük ve kaçınılmaz bir gerçektir ki, Allah ayetlerde kıyamet gününün hemen ardından kendini kınayıp duran nefsin durumuna yemin etmektedir:
Hayır, kalkış (kıyamet) gününe and ederim.

NEFS VE ŞEYTAN

NEFS VE ŞEYTAN

Şeytanın insanı dünya hayatının günlük akışındaki detaylara, problemlere ya da geçici güzelliklere kaptırmak için başvurduğu hilelerden biri, ona Allah’ın varlığını ve üstün gücünü unutturmaktır. Böylece insan, davranışlarında ve kararlarında doğru ve yanlış ayrımını Allah’ın rızasına göre yapmayı da unutacaktır. Bu durumda kişinin kararlarındaki ana ölçü, Allah’ın emirleri değil, kendi nefsinin ve şeytanın istekleri haline gelir.
Şeytanın “sakin ve sessiz şekilde” insanları din ahlakından uzaklaştırma planındaki aşamalar, insanı Allah rızasının en çoğundan, O’nun razı olmayacağı noktaya doğru gerileterek ilerleme kaydeder. Nefsine karşı irade gösteremeyen insan, vicdani değil nefsani tercihler yapar. Eğer bu insan önceden Allah rızasını gözeten bir kişiyse, tercihlerindeki fark hemen görülür.
Vicdanın sesini susturmaya önceleri kendince çok önemli görmediği hata ve iradesizliklerle başlayan insan, kendisini bir süre sonra en büyük günahları işlerken ve bundan hiç rahatsızlık duymaz bir halde bulabilir. Bu aşamaların başlangıcında şeytan insana vicdan azabını azaltacak sözde mazeretler buldurur. Bu sözde mazeretlerin en etkili olanlarından biri, insanın kendisine “güçsüz olduğu” yönünde telkin vermesidir. Bunun için de öncelikle kişiyi Allah’ı anmaktan uzaklaştırmak ister.
Örneğin, şeytanın inanan bir insana yapacağı ilk güçsüzlük telkinleri, sabahları namaza kalkmakta zorlandığı, uyanmaya gücünün yetmediği yönünde olur. İnsan uykuya ihtiyaç duyacak şekilde aciz yaratılmıştır. Fakat samimi Müslümanla kendine mazeret bulmak isteyen zayıf imanlı bir insanı birbirinden ayıran özellik, Allah korkusudur. İnsana belirlenmiş vakitlerde ibadet etmeyi farz kılan Allah, onu buna kolayca güç yetirecek şekilde yaratmıştır. Samimi Müslüman bu gerçeği bilir ve Allah’ın kendisinden istediği ibadetleri yapmamak için asla acizliklerini mazeret olarak öne sürmez. Şeytanın telkinlerine kapıyı açık bırakan insan ise, zaten akşam uyurken sabah kalkamayacağını kendine telkin etmeye başlamıştır bile. Allah Kuran’da “…Gerçekten namaz, çirkin utanmazlıklar (fahşa)dan ve kötülüklerden alıkoyar…” (Ankebut Suresi, 45) ayetiyle namazın şeytanın insana yaptırmak istediği kötülükleri engellediğini bildirir. Meryem Suresi’nin 19. ayetinde de namaz kılma duyarlılığını kaybettikten sonra şehvetlerine kapılıp uyanlar haber verilmiştir: “Sonra onların arkasından öyle nesiller türedi ki, namaz (kılma duyarlılığın)ı kaybettiler ve şehvetlerine kapılıp-uydular…” Şeytanın, insanı çirkin utanmazlıklara ve kötülüklere kapılmaktan, nefsani isteklerine uymasından alıkoyan namazdan uzaklaştırması ise, onun planındaki ilk aşamalardan biridir.
Yukarıda bahsettiğimiz güçsüzlük telkiniyle ibadetlerini aksatmaya başladıktan sonra, insanın fikirlerinde de bir gevşeme ve çözülme görülür. Din ahlakının kendisine kazandırdığı haysiyet duygusuyla, daha önceleri iman etmeyenlerin din ahlakına uygun olmayan davranış ve sözlerine fikren tepki duyan insandaki bu fikri tepkiler giderek zayıflar ve yerini kayıtsızlığa bırakır. Çünkü kendisi de bu aşamada yavaş yavaş kendi nefsinin istediği gibi yaşamaya başlamıştır ve nefsinin rehberliğinde yaşayanlara tepki göstermek, yeni yaşam felsefesiyle çelişecektir. Bu kayıtsızlık, bir süre sonra insanların Allah’ın emir ve isteklerini göz ardı ederek yaşayabilecekleri yanılgısını savunmaya dönüşür. Henüz dinsizliği kendine yakıştıramayan ve hala din ahlakının bir kısmını uygulayan bu kişi, vicdanını kendince rahatlatmanın yolunu samimiyetsiz ve yanlış çıkarımlar yapmakta bulur. Kendi kendine bir çok mazaret öne sürer; sözde “gücünün yetmediğini”, “aslında elinden geleni yaptığını”, “iyi niyetli olduğunu” iddia ederek vicdanını rahatlatmaya çalışır. Halbuki samimi bir Müslüman, tüm bunların aslında kişinin dinsizliğe giden yolda kendini rahatlatabilmek amacıyla samimiyetsizce kullandığı mantıklar olduğunun farkındadır. Din ahlakını yaşayan bir kişinin sınırlarını dünyevi istekleri ve amaçları değil, Kuran ayetlerine göre samimi olarak işleyen bir vicdan belirlemelidir. Din ahlakının nasıl yaşanacağı konusunda bu tür sapkın mantıklar üretenlerin şeytanın peşinden gittikleri Kuran’da şöyle bildirilir:
İnsanlardan kimi, Allah hakkında bilgisi olmaksızın tartışır durur ve her azgın-kaypak şeytanının peşine düşer. Ona yazılmıştır: “Kim onu veli edinirse, şüphesiz o (şeytan) onu şaşırtıp-saptırır ve onu çılgın ateşin azabına yöneltir.” (Hac Suresi, 3-4) 
İnsanı namaz kılmaktan ve Müslümanca duyarlılık göstermekten alıkoyan şeytanın planındaki bir sonraki adım, bu kişinin inkarcı ahlakına duyduğu duyarsızlığı sempatiye dönüştürmektir. Bununla eş zamanlı olarak, bu insanın Allah’ın kendilerinden istediği hayatı yaşamakta kararlı olan samimi Müslümanlara olan bağlılığı ve sevgisi de azalır. Tahmin edileceği gibi, azalmakla da kalmaz ve bu kişi inkar edenlerin ahlakını normal karşıladıkça Müslümanların ahlakını da –vicdanının zayıflamasının bir neticesi olarak- kendince anormal karşılamaya ve suni bahanelerle eleştirmeye başlar. Çünkü vicdanı kendisine aslında samimi Müslümanlar gibi yaşaması ve nefsi uğruna Allah’ın rızasından taviz vermemesi gerektiğini sürekli hatırlatmaktadır. Samimi Müslümanların varlığı, bu kişiyle –kendisini dünyada ve ahirette hüsrana uğratacak olan- dünyevi istek ve tutkuları arasında görünmez bir engel gibidir. Eğer hayatlarını derin bir Allah sevgisi ve korkusuyla yönlendiren bu insanların varlığı vicdanını rahatsız etmese, belki din ahlakından uzaklaşıp küfür ahlakına tam olarak adapte olması çok daha çabuk olacaktır.
Bu aşamadaki bir insan, henüz tam anlamıyla dinsiz olacak kadar vicdanını köreltmiş değildir. Giderek artan iradesizliğinin verdiği vicdan azabını bastırmak için zaman zaman hala Allah’ın taraftarı olduğunu düşünür. Fakat din ahlakını yaşama konusunda ancak samimi Müslümanlarla birlikte olduğu sürece irade gösterebilir. Nefislerinin istediği gibi din ahlakına muhalif yaşayanların yanına gittiği anda, aslında onların tarafında olduğunu düşünmeye başlar. Şeytanın etkisi altındaki bu insanın karanlık ruh halini Allah Kuran’da şöyle bildirmektedir:
İman edenlerle karşılaştıkları zaman: “İman ettik” derler. Şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında ise derler ki: “Şüphesiz sizinle beraberiz. Biz (onlarla) yalnızca alay ediyoruz. (Asıl) Allah, onlarla alay eder ve taşkınlıkları içinde şaşkınca dolaşmalarına (belli bir) süre tanır.” (Bakara Suresi, 14-15)
… Onlar, ne sizdendirler, ne onlardan. Kendileri de (açıkça gerçeği) bildikleri halde, yalan üzere yemin ediyorlar. (Mücadele Suresi, 14)
ŞEYTANIN KİŞİYİ SAMİMİ MÜSLÜMANLARDAN UZAKLAŞTIRMASI
Allah’a tam teslim olmuş Müslümanları artık kendi içinde eleştirmeye başlamış olan bir insan, zamanla bu eleştirilerin dozunu arttırır. Ancak belirtmek gerekir ki, bunlar hakka ve gerçeğe dayalı eleştiriler değildir. Samimi olarak iman edenler, günlük yaşamlarında Rabbimiz’in bir emri olan “insanları kötülükten alıkoymak ve onlara iyiliği emretmek” hükmünün gereği olarak zaten birbirlerini uyarır ve sürekli güzelliğe yönlendirirler. Şeytanın etkisiyle hareket etmeye başlayan zayıf imanlı birinin Müslümanlara yönelik eleştirileri ise, onları güzelliğe yönlendirmek ya da kötülükten alıkoymak amaçlı değildir. Bu eleştirilerin amacı, kişinin nefsine uyabilmek için kendince mazaretler bulabilmek ve din ahlakından uzaklaşmasına kendince zemin hazırlayabilmektir. Dolayısıyla bu eleştiriler hakka ve gerçeğe dayanmayan, suni bahanelerden ibarettir.
Dini Allah rızasının en fazlasını hedefleyerek yaşamak, insanın nefsinin isteklerinden tamamen feragat etmesi demektir. Nefsine karşı koyamayan insan ise hatanın kendisinde değil, sözde dini katıksızca yaşamaya kararlı olan kişilerde olduğu yanılgısına inanmaya başlar. Bu sapkın düşünceyi öne sürmesinin nedeni ise, aksinde kendisinin hatalı olduğunu kabul etmesinin gerekecek olmasıdır. Kuran’da Allah’ın kendilerinden istediği hayatı yaşayan ve asıl hedefleri sonsuz hayatta cenneti kazanmak olan müminler, Allah’tan samimi olarak korkan ve iyiliği, merhameti, sadakati gerçek anlamda, gönülden isteyerek yaşayan kişilerdir. Dolayısıyla bir insanın samimi Müslümanlar’da suni hatalar bulmaya çalışması ve onlara öfke ve kin duyması için, ancak şeytanın telkinlerine kapılması ve kendisine hiçbir zararı dokunmamış bu insanları nefsinin isteklerini gerçekleştirmeye bir engel gibi görmesi gerekir. Nitekim şeytanın planına göre artık ölümden sonra hesap vereceğini unutması ve hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamaya başlaması gereken bu insan için, samimi Müslümanların varlığı ve Allah rızası için yaptıkları tüm faaliyetler son derece rahatsız edici hareketlerdir. Bu şiddetli rahatsızlığın sebebi, gerçek ve samimi Müslümanların Allah yolunda tüm imkanlarını en son noktasına kadar seferber ederek din ahlakına sahip çıkmalarıdır. Tevbe Suresi’nin 111. ayetinde Müslümanların bu kararlılığı şöyle bildirilir: “Hiç şüphesiz Allah, mü’minlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır…” Ayetin devamında ise müminlerin bundan dolayı duydukları sevinç ve mutluluk şu şekilde haber verilmiştir:
“… Şu halde yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinip-müjdeleşiniz. İşte ‘büyük kurtuluş ve mutluluk’ budur.” (Tevbe Suresi, 111)
Dolayısıyla hiçbir dünyevi çıkarı olmayan müminlerin varlığını bilmek bile, dünya hayatındaki geçici ve ahirettekilere göre kıyas bile edilemeyecek kadar eksik zevklere razı olan bir insanın nefsani keyfini kaçırmaya yeterlidir. Gerçek bir Müslüman, Allah’ın rızası için akılcı biçimde kötülükle fikri alanda mücadele etmenin dünyadaki tüm işlerinden daha öncelikli olduğuna inanır ve İslam’ın insanlığa getireceği güzellikleri, barışı ve refahı insanlara mümkün olan her yolla anlatır. Şeytanın yolundan gidenler nasıl her yerde ve her fırsatta kendi sistemlerinin propagandasını yaparak insanları din ahlakından uzaklaştırmaya çalışıyorsa, mümin de fikri olarak her alanda şeytanın sisteminin gerçek yüzünü deşifre eder. Bunların karşılığında tek beklediği Allah’ın kendisinden razı olması ve kendisini cennetine kabul etmesidir. Bu karşılıksız ve canı gönülden yapılan tebliğ faaliyetleri, her yerde din ahlakını terk edip küfür ahlakına uyan kişinin karşısına çıkar. Samimi Müslümanların fikri mücadelesindeki ana amaç olan Allah’ın emrettiği sevgi, saygı ve iman dolu hayat biçiminin güzelliği, şeytanın etkisi altındaki insanlar tarafından fark edilip anlaşılamaz. Şeytanın din ahlakından uzaklaştırma planına tabi olmadan önce Müslümanların güzel ahlakını, Allah yolundaki asil fikri mücadelelerini destekleyen bu kişi, şeytanın hilelerine aldanarak artık müminlere kin duyar hale gelmiştir. Şeytanın telkiniyle din ahlakını yaşamayanlara duyduğu sempati, artık bağlılığa dönüşmüştür.
Bu aşamadan sonra şeytanın işi daha kolaydır, çünkü hedefi olan insanı tamamen Allah’ın zikrinden uzaklaştırmış ve Müslümanlara karşı kalbine nefreti yerleştirmiştir. En başlarda vicdanının sesini zaman zaman da olsa dinleyen ve ahireti ölümü hatırlayıp Allah’tan bağışlanma dileyen bu kişi, artık samimi Müslümanlarla olan bağlarını da tamamen koparmıştır. İnkar eden diğer pek çok insan gibi ne kendi hatalarını görmeye ne de başkalarının kendisine hatalarını göstermesine tahammülü kalmamıştır, çünkü kendini şeytanın sahte “zeka ve uyanıklık” telkiniyle her tür hata ve eksiklikten müstağni görmekte, bu da onu iyice azgınlığa sürüklemektedir. Allah, Alak Suresi’nde müstağniyetin azgınlığı getirdiğini şöyle bildirir:
“Hayır; gerçekten insan, azar. Kendini müstağni gördüğünden.” (Alak Suresi, 6-7)
Artık nefsinin istediği her şeyi yapabileceğini zanneden bu kişinin hayatı, çok huzursuzdur ve azap doludur. Söz konusu kişi bu huzursuzluk ve vicdan azabından kurtulmanın yolunu Allah’ı, ölümü ve din ahlakını tamamen unutmakta bulacağını zanneder. Oysa bu çok büyük bir yanılgıdır. Çünkü şu kesin bir gerçektir ki “…kalpler yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur.” (Ra’d Suresi, 28) Din ahlakından uzak yaşayan insanların, müminlerin arasında geçerli olan gerçek sevgiden, saygıdan, fedakarlık ve karşılıksız iyiliklerden de son derece uzak olduklarını anlamaları çok uzun sürmez. Çünkü bu insanlar Allah’ın değil şeytanın istediği sistemi yaşarlar.Bu sistemin temel özelliği, içinde bulunduğu sevgisiz ve acımasız ortam içerisinde ezilmemek mücadelesi ve karşısındakini ezerek yükselme yarışıdır. Dolayısıyla sevginin yerini nefret, saygının yerini karşısındakine değer vermemek, fedakarlığın ve karşılıksız iyiliğin yerini ise acımasızlık ve yapılan iyilikleri karşısındakinin yüzüne vurmak gibi ahlaksızlıkar ve kötülükler alır. Tüm bunları açıkça gördüğü halde, bu kişi pişman olamayacak kadar kibirlidir, çünkü gururu ve kibiri yüzünden Allah’a itaat etmeyen şeytanın etkisi altındadır. Samimi Müslümanların içinde bulundukları yaşam şartları ne olursa olsun her zaman huzurlu ve mutlu olmaları, en zor zamanlarda dahi ümitsizliğe kapılmamaları, hatta tam aksine daha da şevkli ve azimli olmaları, onu iyice öfkelendirir. Samimi dindarların başarıya ulaşmaları ve hiçbir şeyden yılmamaları demek, şeytanın düzeninin başarısız ve eninde sonunda yenilmeye mahkum olması demektir. Çünkü Rabbimiz’in Kuran’da müjdelediği gibi “Müşrikler istemese de, O, dini (İslam’ı) bütün dinlere üstün kılmak için elçisini hidayetle ve hak dinle gönderen O’dur.” (Tevbe Suresi, 33)
Okuduğunuz yazıda şeytanın insanı sessiz ve sakin bir şekilde, yavaş yavaş din ahlakından uzaklaştırma planına karşı yapılan uyarılar, şüphesiz her Müslüman için geçerlidir. Çünkü her insan nefsiyle mücadele etmekle sorumludur ve nefis insana durmaksızın kötülüğü emretmektedir. Şeytanın planının ilk safhalarında belki namaz kılmamanın ya da mümin kardeşlerine düşman olmanın asla ve asla kendisi için mümkün olamayacağına emin olan bir insan, safha safha Allah’ı anmaktan uzaklaşarak sonunda şeytanın emirlerine uyar hale gelebilir. Şeytanın bu planını baştan bozmanın yolu, Allah’ı her an “ayakta iken, otururken, yan yatarken” (Al-i İmran Suresi, 191) zikretmekten ve şeytanın vereceği her şüphenin Kuran’la düşünüldüğünde yok olup gideceğini bilmekten geçmektedir. Rabbimiz ayette şöyle bildirmiştir:
“(Allah’tan) Sakınanlara şeytandan bir vesvese eriştiğinde (önce) iyice düşünürler (Allah’ı zikredip-anarlar), sonra hemen bakarsın ki görüp bilmişlerdir.” (A’raf Suresi, 201)
Şu da unutulmamalıdır ki şeytanın planının samimi olarak iman edenler ve Allah’a sığınanlar üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Her insan zaman zaman gaflete düşebilir, nefsinin vesveseleriyle karşılaşabilir. İmanı zayıf olan bir insana göre, samimi ve Allah’a katıksızca bağlı bir Müslümanın önemli bir ahlaki üstünlüğü, şeytanın hileli planını fark etmesi ve onun aldatmacalarına Kuran’la düşünerek cevap verebilmesidir. Şeytan da Allah’ın kontrolü altındadır ve Allah’ın gücünü takdir edebilen, O’nun hakimiyetine kendisini gönülden teslim eden ve ahireti dünyadan üstün tutan insanları asla etkisi altına alamaz:
“Gerçek şu ki, iman edenler ve Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) hiçbir zorlayıcı-gücü yoktur. Onun zorlayıcı-gücü ancak onu veli edinenlerle, onunla O’na (Allah’a) ortak koşanlar üzerindedir.” (Nahl Suresi, 99-100)
Şeytanın hileli düzeninin bilinmesi gereken bir başka özelliği de, insanı oyunlarıyla imandan uzaklaştırıp ümitsizliğe düşürerek, artık dönüş imkanının kalmadığı yalanını telkin etmesidir. Halbuki Allah çok bağışlayan ve çok esirgeyendir ve gerçekten samimi olarak hatasını anlamış bir insana tevbe ve bağışlanma kapıları her zaman açıktır. Allah, şeytana uyup hata yapanların Kendisi’nden bağışlanma istediklerinde bağışlandıklarını ve bir daha bu kötülüklere dönmemekte kararlı davrandıklarında sonsuza kadar cennetle karşılık gördüklerini şöyle bildirmiştir:
Ve ‘çirkin bir hayasızlık’ işledikleri ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah’ı hatırlayıp hemen günahlarından dolayı bağışlanma isteyenlerdir. Allah’tan başka günahları bağışlayan kimdir? Bir de onlar yaptıkları (kötü şeylerde) bile bile ısrar etmeyenlerdir. İşte bunların karşılığı, Rablerinden bağışlanma ve içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetlerdir. (Böyle) Yapıp-edenlere ne güzel bir karşılık (ecir)var. (Al-i İmran Suresi, 135-136)
Kendisini yaratanın ve sahip olduğu tüm nimetleri verenin Allah olduğunu bilen bir insan için Rabbimiz’i sevmek, O’nun azabından sakınmak ve O’nu yüceltmek büyük bir şereftir. Allah’ın varlığının dellileri her yerdedir ve olayları vicdanıyla değerlendiren bir insan için bunları görmek son derece kolaydır. Şeytanın bu planıyla karşılaşmış olan herkes için, her ne aşamada olursa olsun, her an Allah’ın bağışlayıcılığına dönüş imkanı vardır. Her ne hata yapılırsa yapılsın, önemli olan insanın son halidir. Yaptıkları için Allah’tan bağışlanma dileyen ve hatalarını telafi etmek isteyen bir Müslümanın geçmişle kıyaslanmayacak kadar samimi olması da mümkündür. Bunu isteyen bir insanın ilk yapacağı şey, Allah’a sığınarak şeytanın oyununu bozmak ve bildiği her yolla Rabbimiz’in rızasını kazanmaya çalışmaktır.
Şüphesiz, bu bir öğüttür. Artık dileyen Rabbine bir yol bulabilir. (Müzzemmil Suresi, 19)

İSTEK VE TUTKULARINI İLAH EDİNENLER

İSTEK VE TUTKULARINI İLAH EDİNENLER

Önceki bölümde nefsin iki taraflı olduğunu, Allah’ın nefse fücuru ve ondan sakınmayı ilham ettiğini vurgulamıştık. Kuran, nefsin fücurunu ifade etmek için çoğu kez “heva” terimini de kullanır. Heva sözlükte; “istek, tutku, nefsin arzu ve hevesi, şehvet, şehvete karşı şiddetli eğilim, insanın bozulmasına yol açan bütün olumsuz içsel etkenler” şeklinde tanımlanır.
İnkarcılar, nefsin bu negatif yönünü, yani hevayı tek yol gösterici ve amaç edinirler. Tüm hayatları, hevalarını tatmin etmek doğrultusundadır. Bu nedenle tüm zihinlerini hevanın tatminine yöneltirler ve dolayısıyla dinin insana öğrettiği gerçekleri kavrayamayacak hale gelirler. Allah, hevalarının denetimine giren insanların, Kuran’ı ve peygamberin tebliğini kavrayamadıklarını şöyle bildirir:
Onlardan kimi gelip seni dinler. Nitekim yanından çıkıp-gittikleri zaman, ilim verilenlere derler ki: “O biraz önce ne söyledi?” İşte onlar; Allah, onların kalplerini mühürlemiştir ve onlar kendi heva (istek ve tutku)larına uymuşlardır. (Muhammed Suresi, 16)
Nefsini örten, nefsinin fücuruna teslim olan bir insan, her olayda ve yargıda hevasının hakemliğine başvurur. Hevanın istek ve arzuları doğru ve yanlışta kıstas olur. Kişi artık kendi nefsine tapmaktadır. Kuran’da insanın bu duruma gelmesine, “kendi hevasını ilah edinmesi” adı verilir:
Şimdi sen, kendi hevasını ilah edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözü üstüne bir perde çektiği kimseyi gördün mü?Artık Allah’tan sonra ona kim hidayet verecektir?Siz yine de öğüt alıp düşünmüyor musunuz? (Casiye Suresi, 23)
Heva ve hevesi doğrultusunda hareket ettiği için akledemez bir hale gelen kişi, aynı zamanda Kuran’da görmez ve işitmez olarak tanımlanmaktadır. Akleden müminler ise iyiyle kötüyü ayırt eden bir anlayışa (ferasete) ve olaylara hakim olan bir bakış açısına, kavrayışa (basirete) sahip olurlar. Kuran’da, hevalarına uydukları için akletme yeteneklerini yitiren ve sapan insan ve toplumlarla ilgili pek çok ayet vardır:
De ki: “Ey kitap Ehli, haksız yere dininiz konusunda aşırı gitmeyin ve daha önce sapmış, birçoğunu saptırmış ve dümdüz yoldan kaymış bir topluluğun heva (istek ve tutku)larına uymayın.” (Maide Suresi, 77)
De ki: “Ben, sizin Allah’tan başka tapmakta olduklarınıza tapmaktan nehyedildim.” De ki: “Ben sizin heva (istek ve tutku)larınıza uymam; yoksa bu durumda ben şaşırıp sapmış ve doğru yolu bulmamışlardan olurum.” (En’am Suresi, 56)
Ne oluyor ki size, kaçınılmaz bir ihtiyaçla karşı karşıya kalmanız dışında, O, size haram kıldıklarını ayrı ayrı açıklamışken, üzerinde Allah’ın ismi anılan şeyleri yemiyorsunuz? Gerçekten çoğu, bir ilim olmaksınız kendi heva (istek ve tutku)larıyla (kimilerini) saptırıyorlar. Şüphesiz, senin Rabbin haddi aşanları en iyi bilendir. (En’am Suresi, 119)
İşte böylece biz onu (Kuran’ı) Arapça bir hüküm olarak indirdik. Andolsun, sana gelen bu ilimden sonra, onların heva (istek ve tutku)larına uyacak olursan, senin için Allah’tan ne bir yardımcı, dost, ne bir koruyucu vardır. (Ra’d Suresi, 37)
Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın? (Furkan Suresi, 43)
Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahitler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp heva (tutkuları)nıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (sözü geveler) yada yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır. (Nisa Suresi, 135)
Hayır, zulmedenler, hiçbir bilgiye dayanmaksızın kendi hevalarına uymuşlardır. Allah’ın saptırdığını kim hidayete erdirebilir? Onların hiçbir yardımcıları yoktur. (Rum Suresi, 29)
Öyleyse, ona inanmayıp kendi hevasına uyan, sakın seni ondan alıkoymasın; sonra yıkıma uğrarsın. (Taha Suresi, 16)
Eğer hak, onların heva (istek ve tutku)larına uyacak olsaydı hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve herşey) bozulmaya uğrardı. Hayır, biz onlara kendi şan ve şeref (zikir)lerini getirmiş bulunuyoruz, fakat onlar kendi zikirlerinden yüz çeviriyorlar. (Müminun Suresi, 71)
Sana da önündeki kitap(lar)ı doğrulayıcı ve ona ‘bir şahit-gözetleyici’ olarak Kitab’ı (Kuran’ı) indirdik. Öyleyse aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen haktan sapıp onların heva (istek ve tutku)larına uyma. Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol-yöntem kıldık. Eğer Allah dileseydi, sizi bir tek ümmet kılardı; ancak (bu,) verdikleriyle sizi denemesi içindir. Artık hayırlarda yarışınız. Tümünüzün dönüşü Allah’adır. Hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir. Aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet ve onların hevalarına uyma. Allah’ın sana indirdiklerinin bir kısmından seni şaşırtmamaları için diye onlardan sakın. Şayet yüz çevirirlerse, bil ki, Allah bir kısım günahları nedeniyle onlara bir musibeti tattırmak istemektedir. Şüphesiz, insanların çoğu fasıklardır. (Maide Suresi, 48-49)
İnsanları Allah’ın bildirdiği gibi din ahlakını yaşamaktan alıkoyan en önemli unsurlardan biri, akıl ve vicdanlarıyla değil, nefisleriyle düşünmeleridir. Diğer bir deyişle, kendi istek ve tutkularına göre hareket etmeleridir. Bu da söz konusu insanların hak olana değil, batıl olana uymalarına, hem kendilerine hem de çevrelerine maddi manevi büyük sıkıntılar vermelerine neden olur. Allah Kuran’da, nefsin insanları hep kötülüğe yönlendirdiğini bildirmiştir:
…Çünkü gerçekten nefis, -Rabbim’in kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir. Şüphesiz, benim Rabbim, bağışlayandır, esirgeyendir. (Yusuf Suresi, 53)
Bir başka ayette ise, insanların kendi istek ve tutkularına uymalarının büyük belalara sebep olacağı şöyle haber verilmiştir:
Eğer hak, onların heva (istek ve tutku)larına uyacak olsaydı hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve herşey) bozulmaya uğrardı. Hayır, Biz onlara kendi şan ve şeref (zikir)lerini getirmiş bulunuyoruz, fakat onlar kendi zikirlerinden yüz çeviriyorlar. (Müminun Suresi, 71)
Her işinde Allah’a güvenen bir insan çok güçlü demektir. Bunun üstünde hiçbir güç yoktur. Allah dilemedikçe iman eden kişiye hiçbir zarar gelmez. Aciz ve muhtaç olan insanoğlu için Allah’ın dostluğundan daha büyük bir güç düşünülemez. Dolayısıyla mümin için maldan veya başka imkan ve özelliklerden kaynaklanan bir şahsiyet söz konusu olmaz. Bunları ancak Allah’ın nimeti ve O’nun yolunda kullanılması gereken imkanlar olarak değerlendirir. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır:
Mal ve çocuklar, dünya hayatının çekici süsüdür; sürekli olan ‘salih davranışlar’ ise, Rabbinin Katında sevap bakımından daha hayırlıdır, umut etmek bakımından da daha hayırlıdır. (Kehf Suresi, 46)
Yukarıdaki ayette dikkat çekildiği gibi çocuklar da enaniyetli insanlar için bir nevi mal gibidir; onları bir gösteriş unsuru ve övünç vesilesi olarak kullanırlar. Sahip oldukları çocukların her türlü özelliğinden kendilerine pay çıkarır ve onları vareden kendileriymiş gibi bir büyüklenme içerisine girerler. Çocuklarını kendilerine verilmiş bir nimet ve Allah’ın istediği şekilde yetiştirilmesi gereken bir emanet olarak değil, başkalarıyla rekabet edecekleri bir araç olarak görürler. Bu nedenle de söz konusu kişiler için çocuklarının ne yedikleri, ne giydikleri hangi okula gittikleri, araba ya da meslek sahibi olmaları gibi konular çok önemlidir.
İnsanlar arasında yaygın olan “gösteriş hastalığı” yalnız çocukları ile sınırlı değildir. Toplumun büyük kesimini oluşturan insanlar yedikleriyle, içtikleriyle, giydikleriyle, bindikleri arabayla, oturdukları evle ve içindeki eşyalarla birbirlerine gösteriş yaparlar. Burada ilginç olan, yaşamları boyunca yaptıkları herşeyin başkaları tarafından takdir edilmesinin amaç edinilmesidir. Kısacası kimse sağlığına, ihtiyacına ya da rahatına yönelik bir seçim yapmaz. Evlerinin döşenişinden, kullandıkları arabaya hatta kıyafetlerine kadar seçtikleri herşey övünebilmeleri için birer araçtır. Çevrelerindeki insanların ne diyeceği çok önemlidir. Bu da sürekli bir hırsa ve daha fazlasını istemeye sebep olur. Peki bu hırs insanın nefsinin isteklerini tatmin etmesini sağlayabilir mi?
Allah inkarcı bir insanın içindeki hırsın bitip tükenmek bilmediğini ayetlerinde bize bildirmiştir. Kişinin inkarı ve büyüklenmesi arttıkça doyumsuzluğu da artar. Nitekim aşağıdaki ayetlerde bize inkarcı insanın içinde bulunduğu ruh hali en güzel şekilde tarif edilmektedir:
Kendisini tek olarak yarattığımı bana bırak; ki ben ona, ‘alabildiğine geniş kapsamlı bir mal’ verdim. Göz önünde-hazır çocuklar. Ve sayısız imkan ve fırsatları önüne serdim. Sonra, daha artırmam için tamah eder. (Müddessir Suresi, 11-15)
Ayetlerde de ifade edildiği gibi dünya hayatında nefsin istekleri hiç bitmeyeceği için insan sürekli daha fazlasını elde etmek ister. Sahip olana kadar tutkuyla ister, sahip olduktan sonra ise hemen yeni bir şeyin hırsını yapmaya başlar ve bu bütün ömrü boyunca devam eder. Kişi arzu ettiği şeyi elde ettiğinde çok mutlu olacağını düşünür, ama ilk birkaç seferden sonra bunun böyle olmadığını anlar. Buna rağmen içindeki hırsın etkisiyle yığıp biriktirmeye ya da daha iyisini ve güzelini almaya tamah eder. Örneğin, senelerce bir apartman dairesi alabilmek için çalışır. Dairesini aldıktan 1-2 sene sonra daha kaliteli bir apartman dairesi görür ve bu defa onu almak ister. Onu da aldığını kabul edelim; aradan 3-5 sene geçmeden müstakil bir eve taşınma hayalleri kurmaya başlar. Peki onu aldığında ne olur? Daha lüks döşenmiş, belki yüzme havuzu olan veya çeşitli özelliklere sahip yeni bir yer istemeye başlar…
Çevremizde bunun çeşitli örneklerini sıkça görürüz. İnsanlar ev, araba, yazlık, çocuk derken kendilerini kısır bir döngünün içinde bulurlar ve ölene dek bunlarla oyalanırlar. Elbette insanın bunları istemesi meşrudur; ama tüm yaşamını bu hırsların yönlendirmesi son derece anlamsızdır. Nitekim oyun ve oyalanma içinde kimi oyuncular pek çok isteğine kavuşurken, çok büyük çoğunluğu da arzularına ulaşamaz ve içlerindeki o hırsla ölürler.
Bu derece kuvvetli bir hırsa sahip olmak aslında çok anlamsızdır. Bu anlamsızlık yalnızca dünyanın geçici olmasından ve hayatın göz açıp kapayıncaya kadar tükenmesinden dolayı değildir. Şunu da düşünebilmek gerekir: Dünyanın en zengin kişilerinin hayatlarına baktığımızda görürüz ki onlarca odadan oluşan malikanelere sahip olsalar dahi, aynı anda bütün odaları kullanamayacakları için yaşadıkları an içinde evlerinin en fazla bir odasında oturabilirler. Gardrop dolusu kıyafetleri de olsa aynı anda sadece tek bir kıyafeti giyebilirler. Ayrıca saat başı kıyafet değiştirseler, çok kısa bir süre sonra bunlardan da sıkılmaya başlarlar. Allah’ın yarattığı binlerce çeşit yiyeceğe sahip olabilseler bile, en fazla 2-3 tabak yemek yiyebilirler; daha fazlasını yemeye kalksalar bu onlar için bir işkence haline dönüşür… Açıkça anlaşılıyor ki insanların davranışlarının çoğu, boş bir hırstan kaynaklanmaktadır. Oysa gören bir gözle bakıldığında bunlar ne hırsı yapılacak, ne de sahip olunduğu için gururlanılacak şeylerdir; aksine her biri geçici dünya hayatının aldatıcı birer metaıdır. İnsanların göz ardı ettikleri bu gerçek Kuran’da şöyle ifade edilmiştir:
Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara ‘süslü ve çekici’ kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah Katında olandır. (Al-i İmran Suresi, 14)
Göz önünde bulundurulması gereken önemli bir gerçek daha vardır ki; o da kişinin sahip olduğu herşeyin yalnızca Allah’ın dilemesiyle olduğudur. Allah kimi insanı doğuştan varlıklı kılar, kimi insanı ise ömrü boyunca fakirlikle imtihan eder. Ancak kişinin Allah’ın verdiği nimetlerden ötürü büyüklenmesi akılsızlıktır.
Zira Allah insanlar arasında dilediğine daha fazla, dilediğine de daha az imkan ve rızık verebilir. Her iki durum da imtihan için; dünya hayatında kimin daha iyi ve güzel davranışlarda bulunacağını sınamak içindir. Bu da bir ayette şöyle ifade edilir:
Allah rızkı dilediğine genişletir-yayar ve daraltır da. Onlar ise dünya hayatına sevindiler. Oysaki dünya hayatı, ahirette(ki sınırsız mutluluk yanında geçici) bir meta’dan başkası değildir. (Rad Suresi, 26)
Allah’ın indirdiği din, insanların yaratılışına en uygun olanıdır. İnsanların kendi mantık örgülerine, kültürlerine, birikimlerine göre yaptıkları değerlendirmeler ise çeşitli sıkıntılara neden olur. Çünkü Kuran ahlakını yaşamayan bir insan, herşeyin kendi nefsine uygun olmasını ister. Ona göre önemli olan, nefsinin isteklerinin tatmin olmasıdır, bu durumun ne gibi sonuçlar doğurabileceğini ise çoğunlukla düşünmez.
Düşünse dahi, nefsi kendi istek ve tutkularını ona daha önemli gösterir. Nefse göre hareket edildiğinde, kişinin en çok kendisinin rahat etmesi, en çok kendisinin gözetilmesi gerekir. Kuran ahlakını yaşamayan insanların bu bitmek bilmeyen hırsları Kuran’da şu şekilde haber verilmiştir:
Yoksa insana ‘her arzu edip dilekte bulunduğu’ şey mi var? (Necm Suresi, 24)
Nefsinin planladığının aksine bir durum geliştiğinde de bu insanlarda çok fevri tepkiler oluşabilir. Öfke, küskünlük, duygusallık gibi Kuran ahlakına uygun olmayan davranışlar gösterilebilir. Bu durum söz konusu insanların bencil, sevgisiz, kibirli, insaniyetsiz olmalarına neden olur. Bu insanlar en çok kendilerini severler. Yakınlarını, dostlarını veya ailelerini sevdiklerini iddia ettiklerinde de, bu sevgi anlayışının muhakkak onların nefislerine uygun olması gerekir. Yani, sevgilerinde Allah’ın rızasını, rahmetini ve cennetini gözetmez, dünyevi birtakım beklentilere göre hareket ederler.
Tüm bunların en başta kişinin kendisine zarar vereceği açıktır. Sürekli nefsinin isteklerini yerine getirmeye çalışan insan, kendisini yıpratan bir hırsla yaşamanın sıkıntılarını çeker. Güven, huzur, itidal yerine, sürekli endişe, korku ve tedirginlikle yaşar. Sahip olduğu herşeyin Allah’ın bir lütfu olduğunun bilinciyle hareket etmediği ve tevekkül etmediği için, sahip olduklarını kaybetmekten ya da olayların kendi istediği gibi gelişmeyeceğinden duyduğu korku ruh dengesini bozar.
Nefsine göre hareket eden insanların en belirgin özelliklerinden biri de sevgilerinin çok yüzeysel olmasıdır. Bu kişilerin sevgileri birtakım yüzeysel değerlere bağlıdır. Bu değerlerin eksilmesi ya da azalması sevgilerinin bir anda yok olmasına neden olur. Sevgilerinde sadık olmazlar. Kendilerine gösterilen sevgi ve ilgiyi de gereği gibi takdir edemezler. Çoğu zaman ailelerin evlatlarından gerekli ilgi ve anlayışı görmemeleri, dostlukların rahatlıkla çözüme kavuşturulabilecek sorunlar nedeniyle bir anda sona ermesi bu durumun bilinen örneklerindendir. Şüphesiz bu, iman etmeyen insanların yaşadığı en büyük manevi belalardan biridir. Çünkü sevgi Allah’ın insanlara çok güzel bir nimetidir. İnsan yaratılışı gereği, sürekli sevgi, merhamet, anlayış arayışı içinde olur. Şartlar ne olursa olsun, ömrünün sonuna kadar güvenip sevebileceği dostları ve yakınları olsun ister. Nefsine göre hareket eden, Kuran ahlakına uygun düşünüp hareket etmeyen insanlar ise yaşamları boyunca bu nimetten mahrum kalırlar. Sözde sevgi adına, merhametin, acımanın, şefkatin, sabrın, hoşgörünün olmadığı, pek çok sıkıntının yaşandığı bir ortam meydana getirirler.
Müminler ise en çok Allah’ı severler. Allah’ın herşeyi bir hayır ve güzellikle yarattığını, yaşadıkları her anın bir hikmetle geliştiğini, kaderlerinde olanı seyrettiklerini bilerek davranırlar. Allah’ın kendilerine yaşattığı her andan hoşnut olurlar. Rabbimiz’in verdiği tüm nimetlere gereği gibi şükrederler ve yalnızca O’na dayanıp güvenir, sadece Allah’a tevekkül ederler. İman edenlerin gerçek dost ve yardımcısı Allah’tır. Müminlerin Allah’a olan sevgileri Kuran’da şöyle bildirilmiştir:
İnsanlar içinde, Allah’tan başkasını ‘eş ve ortak’ tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah’a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah’ın olduğunu ve Allah’ın vereceği azabın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi. (Bakara Suresi, 165)
Dünyadaki varlıkları severken de bunların Allah’ın tecellileri, yaratma sanatındaki güzellikleri olduğunu bilerek severler. Sevgilerinde sabırlı, hoşgörülü ve merhametlidirler. Acizlikler ve eksiklikler, karşılarındaki insana daha çok şefkat duymalarına neden olur. Dünyadaki her güzelliğin pek çok eksiklikle beraber yaratılmış olduğunu, gerçek güzelliğin ise ahirette var olacağını bilirler. Hayatlarının her anında olduğu gibi, sevgilerinde de asıl olanın ahiretteki yaşamları olduğunu unutmazlar.
Heva insanı bir takım tutkulara kaptırır, onun gözlerini kör eder. Bu durumdaki insan da ebedi felaketine doğru hızla ilerler. Bu durumda, kısalığı göz açıp kapama süresi kadar olan dünya hayatında bu tuzağa düşmemek ve sahip olunan her şeyi Allah’a karşı büyüklenme vesilesi olarak değil, şükretmek için kullanmak gerekmektedir. Zira kıyamet günü, malların da çocukların da yok olup gideceği zorlu bir gündür. Herşeyin darmadağın olacağı o din günü, hem bunlardan hiçbir eser kalmayacak, hem de Allah’a karşı işlenen her suçun hesabı verilecektir.

VİCDANLI BİR İNSANIN ALLAH İLE YAKINLIĞI


VİCDANLI BİR İNSANIN ALLAH İLE YAKINLIĞI

Bir insana hayatındaki en önemli şeyin ne olduğu sorulsa buna ne cevap verir? Önemli olan evi mi, ailesi mi, yoksa işi mi? Ya da bunların dışında bazı idealleri midir?
Ancak cevabı her ne olursa olsun unutmamalı ki, onun için en önemli olan şeyden çok daha önemli ve belki de unuttuğu bir konu var…
Bir insanın hayatındaki en önemli konu, kendisini yaratan ve sahip olduğu herşeyi veren Allah’ı tanımak ve O’na yakın olmak için gayret etmektir. Ancak insanların büyük bir kısmı bu gerçeği görmezlikten gelerek yaşarlar. Önünüze çıkan ilk kişiye, hatta karşılaştığınız herkese hayatlarındaki en önemli ve aciliyetli gördükleri konuları sorun. Alacağınız cevaplar çoğunlukla dünya hayatına ilişkin olacaktır.
Oysa nefsinden uzak yaşayan ve vicdanını kullanan biri, Allah ile yakınlığın önemini hemen fark eder ve Allah’a yakınlaşmak için yollar arar. Çünkü Kuran’da bu emredilmektedir:
Ey iman edenler, Allah’tan korkup-sakının ve (sizi) O’na (yaklaştıracak) vesile arayın; O’nun yolunda cehd edin (çaba harcayın), umulur ki kurtuluşa erersiniz. (Maide Suresi, 35)
Vicdan Allah’a yakın olması gerektiğini nasıl anlar?
Çevrenize şöyle bir bakın. Herşey insanın ihtiyacına uygun olarak yaratılmış. Vücudunuza bir bakın; sizin hiçbir müdahaleniz olmadan kusursuz bir biçimde işliyor. Ne kalp atmayı unutuyor, ne de sinirler beyine gerekli mesajları gerektiği zamanlarda aktarmayı aksatıyor. Beslenebilmeniz ve dolayısıyla yaşayabilmeniz için gerekli tüm besinler doğal olarak dünyada mevcut. İhtiyacınız olan oksijen atmosferde tam gereken miktar kadar var. Rahatça, hiç düşünmeden hareket etmenizi sağlayan bir kas ve iskelet sistemine sahipsiniz. Dilediğinizi rahatça tutup, istediğiniz yere yürüyebiliyor veya koşabiliyorsunuz. Üstelik sadece hayatta kalmanızı sağlayan fonksiyonlara da sahip değilsiniz, ayrıca çok çeşitli zevkleri hissedebiliyorsunuz. Bunun için gerekli şuur da size verilmiş. Yiyeceklerin tatları, gördüğünüz bir manzaranın güzelliği, seyrettiğiniz bir filmin konusu, bir dostunuzun sohbeti sizi hoşnut edebiliyor. Ve bunları sizin için var eden üstün güç sahibi bir Yaratıcı var. Sizi yoktan, bir hiçlikken var etmiş. Eğer O dilemeseydi, siz bir hiçlik olarak kalacaktınız, hiç var olmayacaktınız. Ama Allah diledi ve sizi bir insan suretinde yarattı.
Burada Allah’ın insanlara verdiği nimetlerden sadece birkaç tanesine değinebildik. Allah’ın insanlara verdiği nimetlerin tamamını burada yazmaya kalksak, “Eğer Allah’ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız…” (Nahl Suresi, 18) ayetinde bildirildiği gibi, buna güç yetiremeyiz. Dahası Allah, dünya hayatında Kendi yoluna uyanlara, bir insan için olabilecek en güzel karşılığı vaat etmiştir: Sonsuza kadar kalacağı ve canının istediği herşeye sahip olabileceği cennet.
Tüm bunlar karşılığında size düşen çok önemli bir sorumluluk, elbette tüm bu verdiklerine karşılık Allah’a şükretmektir. Bir ayette şöyle denir:
Allah, sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmezken çıkardı ve umulur ki şükredersiniz diye işitme, görme (duyularını) ve gönüller verdi. (Nahl Suresi, 78)
Hayatınız boyunca size verilen tüm nimetler de yine Allah’tandır. Bu nedenle, Allah’tan başka ilah yoktur.
Allah, insanlar için rahmetinden her neyi açacak olsa, artık onu kısıp-tutacak yoktur; her neyi kısar-tutarsa, artık onu da ondan sonra salıverecek yoktur. O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. Ey insanlar, Allah’ın üzerinizdeki nimetini anın. Gökten ve yerden sizi rızıklandıran Allah’ın dışında bir başka yaratıcı var mı? O’ndan başka İlah yoktur. Öyleyse nasıl olur da çevriliyorsunuz? (Fatır Suresi, 2-3)
Bir insanın yaşamasının, var olmasının, hayat sürmesinin yegane nedeni Allah’ın dilemesidir. Bu gerçeğin farkında olan bir kişi için elbette ki en önemli varlık Allah, en önemli konu da O’na yakınlaşmak olacaktır. Ancak insanlar dünya hayatının büyüsüne ve detaylarına kendilerini kaptırarak bu gerçeği hiç düşünmezler. Yaptıkları elbette büyük bir nankörlüktür. Çünkü bu kadar önemli bir gerçeği düşünmeyen insan, yakınlarının veya çevresindeki insanların kendisi için ne düşündüğünü çok önemser. İnsanların gözüne girmek için herşeyi yapar, beğenilerini kazanmak için ciddi bir çaba harcar ve bunun için türlü yollar düşünür. Ama kendisini yoktan var eden Rabbimiz’i hoşnut etmenin yolları nelerdir, ne yaparsa Allah’ın sevgisini kazanır, düşünmez.
Bu arada insan bilmelidir ki, Allah’ın rızasını kazanmak yalnızca bir sorumluluk değil, aynı zamanda insana mutluluk ve huzur verecek yegane yoldur. Allah’ı unutup başka insanların rızasını arayanlar ya da benzeri boş hedeflere kapılanlar, asla tatmin bulamaz ve mutlu olamazlar. Oysa Allah’ın rızası, bir insanın kalbinin kendisiyle tatmin bulacağı en büyük sevinç ve mutluluktur. Çünkü Kuran’daki ifadeyle, kalpler ancak Allah’ı anmakla tatmin bulur:
…Kendisi’ne katıksızca yöneleni dosdoğru yola yöneltip-iletir. Bunlar, iman edenler ve kalpleri Allah’ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kalpler yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur. (Rad Suresi, 27-28)
İnsanların Allah’tan uzak yaşamalarının nedeni hem bu sırrı bilmemeleri hem de dünya hayatının gerçek amacını ve ahiretin varlığını unutmalarıdır. Oysa Allah’ın ve cehennemin varlığından emin olan biri Allah’ı hiçbir zaman unutamaz. Herkes bir düşünsün: Cehennem ateşinin yakınında dünya hayatından sorguya çekilen hangi insan, Allah dışındaki bir varlığı düşünebilir? Öyle bir anda Allah’tan başka bir varlığın hoşnutluğu gözetilir mi? O durumdaki kişi en çok kimin sevgisini ve dostluğunu aranır mı? Bu durumdayken tanıdığı herhangi birinin fikri veya kendisine yakınlığı onun için bir önem taşır mı?
Cehennem ateşini gören kişiler için dünyada sahip oldukları mülkün veya tanıdıkları insanların hiçbir öneminin kalmadığı aşağıdaki ayetlerde şöyle bildirilmektedir:
(Böyle bir günde) Hiçbir yakın dost bir yakın dostu sormaz. Onlar birbirlerine gösterilirler. Bir suçlu-günahkar, o günün azabına karşılık olmak üzere, oğullarını fidye olarak vermek ister; Kendi eşini ve kardeşini, Ve onu barındıran aşiretini de. Yeryüzünde bulunanların tümünü (verse de); sonra bir kurtulsa. Hayır; (hiçbiri kabul edilmez). Doğrusu o (cehennem), cayır cayır yanmakta olan ateştir. (Mearic Suresi, 10-15)
Kuran’dan öğrendiğimiz ve vicdanımızla anladığımız gibi, bir insanın hayatının tamamı Allah için yaşanmalıdır. “Bir insan tüm yaşamını nasıl Allah için yaşar?” diye düşünüyorsanız; işte bunun da anahtarı vicdandır. Eğer tüm yaşamınızı Allah’ı razı edecek şekilde sürdürmek istiyorsanız, bunun için Kuran’ın hükümlerine uymanız ve olaylar karşısında da sürekli nefsinizin istek ve tutkularını değil, vicdanınızı dinlemeniz yeterlidir. Küçük-büyük karşılaştığınız her olayda vicdanınızın sesine uymanız, aslında Allah’ın rızasına uymanız demektir. Dolayısıyla içinizdeki hayır sesini dinlemekle, her fiilinizde Allah’ı hoşnut etmiş olursunuz.
Ancak burada dikkat edilmesi gereken son derece önemli bir nokta bulunmaktadır: Allah’ı razı etmek için çaba harcamayan insanlar da kimi zaman çevrelerine veya kendilerine göre güzel görünen davranışlarda bulunabilirler. Örneğin karakter olarak insanları kırmayan, ince düşünceli kişiler olabilirler. Fakat eğer işledikleri hayrı Allah’ın hoşnutluğu için istemiyorlarsa, yaptıkları işlerin Allah Katında geçerliliği olmayabilir. Çünkü bu kişiler vicdanlarına uydukları için değil, kendi birtakım çıkarları için iyilikte bulunuyorlardır. Bu çıkar, “iyiliksever” insan olarak bilinmenin vereceği tatmin duygusu ya da sadece duygusal bir tatmin de olabilir.

Kısacası insan yaptığı işten çok, vicdana tabi olma konusundaki niyetinden sorumludur. Eğer tüm yaşamının “Allah için” olmasını istiyorsa, niyetini değiştirmesi gereklidir. Örneğin ince düşünceli davranırken insanların gözüne girmeyi, onlardan takdir beklemeyi değil, Allah’ın hoşnut olmasını aramalıdır. Bu sürekli olarak Allah’ı düşünmesini, O’na yönelmesini, O’na dua ederek herşeyi O’ndan istemesini sağlar. Allah daima Kendisine yönelen böyle kullarını Kuran’da şöyle övmüştür:
Sen onların söylediklerine karşı sabret ve Bizim güç sahibi kulumuz Davud’u hatırla; çünkü o, (her tutum ve davranışında Allah’a) yönelen biriydi. (Sad Suresi, 17)
Ayrıca Allah Kuran’da Kendisi’ne yakınlığa vesile olacak bazı yolları şöyle bildirmektedir:
Yarışıp öne geçenler de, öne geçmiş öncülerdir. İşte onlar, yakınlaştırılmış (mukarreb) olanlardır. (Vakıa Suresi, 10-11)
Bedevilerden öyleleri de vardır ki, onlar Allah’a ve ahiret gününe iman eder ve infak ettiğini Allah Katında bir yakınlaşmaya ve elçinin dua ve bağışlama dileklerine (bir yol) sayar. Haberiniz olsun, bu gerçekten onlar için bir yakınlaşmadır. Allah da onları Kendi rahmetine sokacaktır. Şüphesiz Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Tevbe Suresi, 99)
Allah için yapılan vicdanlı her tavır Allah’a yakınlaşmaya bir vesiledir. Unutmamak gerekir ki, Allah Kendisi’ne yakın olanları cennetle müjdelemektedir:
Eğer o (ölecek kişi), yakın kılınan (mukarreb olan)lardan ise. Bu durumda rahatlık, güzel rızık ve nimetlerle donatılmış cennet (onundur). Ve eğer “Ashab-ı Yemin”den ise, artık, “Ashab-ı Yemin”den selam sana. (Vakıa Suresi, 88-91)